Daha çok özgürleşme ve cinsiyet eşitliği  arayışı içinde kaybolmadan sinemada ideal yolu bulabilmek mümkün müdür?

Cinsiyetin sınıfsal ayrımını yapmak sinema için gelir getiren bir durum haline bürünmüşken kadın karakterlere atfedilen roller ‘gerçek’ kadın imajının dışında ataerkil toplumun istediği formatta üretilen kadın karakterler olmuştur. Bahsi geçen bu formatın dışına taşan filmlerin kadın karakterleri ise hali hazırda popülist olandan çok uzakta ideal yolda bizi bekliyor olabilir.

Smelik (Feminist Sinema Ve Film Teorisi Ve Ayna Çatladı, 2008), 1970’lerin başında Kadın Hareketi’nin etkisiyle kadınların filmlere ve sinema tarihine farklı perspektiften bakmaya başladığını söylerken bu revizyoncu yaklaşımın bir nevi ‘kadın tarihi’nin (her-story) sinemadaki yansıması olduğunu belirtmiştir. Bu durumu alternatif tarih yazımı olarak da görmenin mümkün olduğunu belirterek, söz konusu bu çabanın unutulmuş kadın yönetmenlerin, senaristlerin ve yapımcıların yeniden keşfedilmesine, dişi yıldızların yeniden takdir görmelerine yol açtığını ifade etmiştir. Smelik için bu tarihsel yaklaşım, sinemada eşitlik ve özgürleşme arayışında olan siyasal bir perspektiften ve daha sosyolojik bir yöntemden destek bulmalıdır.

Tam bu noktada Dünya prömiyeri Locarno’da gerçekleştirilen, ardından Toronto Film Festivali’nde gösterilen Sibel’e odaklanmak yerinde olacaktır. Çağla Zencirci ile Guillaume Giovanetti’nin yönettiği Sibel’i, bu yıl 45.incisi düzenlenen Seattle Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Damla Sönmez canlandırmıştır. Aynı zamanda Erkan Kolçak Köstendil ve Emin Gürsoy’un rol aldığı Sibel’in konusu ise özetle, çocuk yaşta geçirdiği hastalık yüzünden çevresi ile iletişimini yalnızca Kuşdili (ıslık dili) ile sağlayan 25 yaşındaki kadının hayat ile mücadelesidir.

Karadeniz’in bir köyünde kız kardeşi ve babası ile yaşayan Sibel’in alanı tarla, orman ve evden ibarettir. Çevresi tarafından kabul görmediği için kız kardeşi ile arasındaki bağ da bu yüzden zayıf kalmıştır.  Sibel’in tutunduğu tek bir gerçeklik vardır: Köyde herkes tarafından korku haline gelen kurdu bulup öldürmek ve bu sayede köyündeki insanlar tarafından kabul görmek. Bu kabul görüşün içi kendini yok sayanlardan hesap sormak üzerine doldurulmuştur.

Kurdu öldürmek için gittiği ormanda Sibel’in karşısına asker kaçağı Ali çıkar. Kurdu bulduğunu sanarken Ali’yi yaralayan Sibel’in hikayesi tam bu noktada evrilir. Ali, Sibel için hem özgürlük hem de ona güzel duygular hissettiren bir erkek olacaktır filmin ilerleyen zamanlarında. Bu iki karakter film boyunca konuşmadan anlaşabiliyor, tüm değer yargılarından öte birbirlerinin kalplerine dokunabiliyor.  Ali bir süre sonra köy halkı tarafından aranmaya başlıyor ve Sibel, tüm çabası ile Ali’nin hayatta kalması için mücadele veriyor. Sonrası mı? Sibel’in çığlığı Ali oluyor. Filmin alt metni öyle iyi kurgulanmış ki tüm yoksulluklar, yoksunluklar, değer yargılarımız tek tek sorgulanıyor sonra da kendiliğinden asılıyor.

İnsan olabilmenin altında yatan daha gerçekçi bir durum var ki o da insan kalabilme meselesi. Bunu dert edindiğimiz an yolumuz ideal olana doğru evriliyor filmde. Ahlaki değer yargılarının insan kalabilme arzusu ile savaştığı bu filmde “gerçek kadın” karşımızda dimdik duruyor. Sönmez’de filmdeki performansı ile Smelik’in bahsetmiş olduğu bu çabanın unutulmaz dişi yıldızları arasına adını yazdırıyor.

E sonrasında kendi dünyanızda yarattığınız kırılmaz camdan çabalar  Sibel ile birlikte içinizde  büyük yaralar açabiliyor. Kadın olmanın, konuşamadığı için toplum tarafından dışlanan bir kadın olmanın varoluş mücadelesini görüyorsunuz bu filmde. Ancak bu mücadeleyi tek başınıza vermiyorsunuz. Kendi özgür iradesi ile bir seçim yapmış olan Ali’yi sorguluyorsunuz aynı zamanda. Ali’yi kalıptan kalıba sokuyorsunuz olmuyor. Söyleyecek bir şey bulamıyorsunuz. Sonunda Ali’nin cezalandırıldığını(!) gördüğünüzde kalakalıyorsunuz, Sibel’in ormandaki sessiz çığlığı oluyorsunuz.

İnsan kalabilme gayretiniz ne kadar ağırsa öyle kızıyorsunuz bu filmde kendinize. Film bittiğinde bütün değerleriniz Karadeniz ormanlarının içinde tıkanıp kalıyor. Orman, öfkenizi de Sibel’in yaktığı ateşin içine atıveriyor. Filmden çıktığınızda kendinizi kuş gibi hafif hissediyorsunuz ama kemikleriniz sızlıyor ve o ıslığı çalamıyorsunuz. Filmdeki taşlar öyle ustalıkla yerleştirilmiş ki her bir taşın ardında büyük kayalara çarpıyorsunuz. Bir şeyler oluyor belli ki hem de iyi bir şeyler oluyor. İklimi tepeden tırnağa mücadele içinde olanların iyiliği sarıyor usulca bizi, kalplerimiz arınıyor ve bu gidişle daha çok arınacak.

Kaynakça: Feminist Sinema Ve Film Teorisi Ve Ayna Çatladı, 2008

Instagram: atidebana

Twitter: atidebana