“Von Caligari zu Hitler” ve “Hitler’s Hollywood” belgesellerinin yönetmeni Rüdiger Suchsland ile yaptığımız kapsamlı söyleşide “Nazi sineması”nın kökenlerini, ayrıksı yönlerini ve “propaganda ve sinema” bağlamında günümüze yansımalarını el aldık.
Rüdiger Suchsland Kimdir?
1968’de doğan Rüdiger Suchsland Münih’te Tarih, Felsefe ve Siyaset Bilimi okudu. 1997’de Münih merkezli çevrimiçi film dergisi Artechock’un editörlüğünü yaptı. 1998’den itibaren film eleştirisi ve pop kültür alanlarında yoğunlaştı. Diğer çalışma alanları Teori, Doğu Asya, Zeitgeist ve Çağdaş Konular’dır. Serbest yazar olarak Frankfurter Allgemeine Zeitung, Telepolis, Berliner Zeitung, Welt, Filmdienst ve Deutschlandfunk için çalıştı. Mannheim-Heidelberg ve Ludwigshafen’deki film festivallerde ve diğer uluslararası festivallerde festival komitesi üyeliği yaptı. Cannes Eleştirmenler Haftası’nda 2001-2012 yılları arasında muhabir olarak yer aldı. 2004’ten bu yana Alman Film Eleştirmenleri Birliği’nde çeşitli üst düzey görevlerde bulundu. Josef Schnelle ile birlikte “Zeichen ve Wunder: Das Kino von Zhang Yimou ve Wong Kar-Wai” adlı kitabın yazarlığını yaptı. “Von Caligari zu Hitler” (“Caligari’den Hitler’e”, 2014) ilk belgesel uzun metrajlı filmidir. Film 2014 yılında Venedik Uluslararası Film Festivali’nde gösterildi ve Mayıs 2015’te Alman sinemalarında gösterime girdi. “Hitler’s Hollywood” belgeselini 2017’de tamamladı.
– Bir röportajınızda, “Naziler gökten inmedi. Ani bir değişiklik değil aksine kaba bir geçiş oldu” diyorsunuz. Buna Siegfried Kracauer’in muhteşem kitabından uyarladığınız “Von Caligari zu Hitler: Das deutsche Kino im Zeitalter der Massen” (2014) belgeselinizde de uzun uzun değindiniz. Almanya’da “Nazi sineması”na dönüşümü kısaca nasıl özetlersiniz?
Weimar Cumhuriyeti bir yönüyle Almanya’da sahip olduğumuz en liberal devlet ve toplumdu. 19. yüzyıldaki kısa bölgesel deneyimlerden sonraki ilk Cumhuriyet… Anayasası Almanya’nın şu an sahip olduğundan çok daha ilerici bir yöndeydi.
Lakin Cumhuriyet ilk günden beri sorunluydu. Bir devrimin ve kayıp I. Dünya Savaşı’nın çocuğu olduğu için, toplumun büyük bir kısmı onu ve yasalarını kabul etmedi. İlk anlardan itibaren “iki Almanya” vardı: solcu-liberaller, Sosyal-Demokratlar ve işçi hareketi Cumhuriyet’in yanındaydı. Katolik Kilisesi vardı bir de, çünkü Katolikler azınlıktı ve 1919’dan önce “Protestan” Prusya İmparatorluğu’nda marjinalleştirilmişlerdi.
Ama sağcı-liberaller, muhafazakarlar, çiftçiler, monarşistler, ordu ve büyük endüstri Cumhuriyet’e karşıydı. Burjuvazi bölünmüştü.
Bunun yanı sıra her iki tarafın aşırılık yanlıları vardı: “Halk Cumhuriyeti”ni hayal eden Komünistler ve Bolşevistler ile “saflaştırılmış” bir anti-modern Almanya’yı hayal eden faşistler.
Komünistler asla çok güçlü olmadı. Faşistler 1923’te ilk darbesini denerken, Komünistler terör eylemleri yaptılar ve bazı Cumhuriyet yanlısı bakanları ve politikacıları öldürdüler. Faşistler 1929 Dünya Ekonomik Krizi’nden sonra iktidara geldiler. Evet bir krizin sonucu ama aslında bir “yasal darbe”ydi bu.
İdealize edilmiş bir topluluk için bireysel fedakarlık, savaş ya da devrimde yoldaşlık fikirleri tüm siyasi tarafların anlatısındaydı.
Nazi hareketini anlamak için aşırı-sağcı, aşırılık yanlısı, ırkçı ve anti-Semitist olduklarını bilmek gerekir. Oysa kendilerini “muhafazakar devrimci”, anti-burjuva ve “seçkinci” bir cumhuriyete karşı alt-sınıf hareketi olarak görüyorlardı.
Ve Fritz Lang gibi liberal, Cumhuriyetçi, anti-faşist bir yönetmen bile daha sonra ateşli bir Nazi olan senaryo yazarı (ve karısı) Thea von Harbou ile çalışıyordu. Dahası “Metropolis”, “Die Nibelungen I&II” gibi bazı filmlerinde kimi Nazi fikirlerine “oynuyordu”… Her iki film de Goebbels tarafından “M” ve “Mabuse”dan nefret edildiği ölçüde o kadar beğenilmişti.
Demek istediğim, ortam her zamanki gibi karmaşıktı…
– Nazi döneminde, az sayıda saf propaganda filmi çekilmiş olması ve eğlence filmlerinin çok büyük bir ağırlık oluşturması nedeniyle, bir görüşe göre: “Goebbels, sinema söz konusu olduğunda, aslında ideolojik propagandayı değil bir sektörü yönetti ve genişletti” deniyor. Bu önerme hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu önerme belki de tüm propaganda için söylenmelidir: propaganda daha az olmak üzere yalanlar ama daha çok alternatif gerçek; gerçek olarak hissedilebilen ve birisini yalancı olarak asla ortaya çıkaramayacağınız şeyler demektir. Çünkü hepsi seyircinin gözünde bir değer kazanır. O yüzden daha önce de söylediğim gibi, propaganda fantezi ve gerçeklik arasındaki çizgiyi bulandırmak demektir.
Bunu zamanımızda, ülkelerimizde görebiliriz: propaganda, politik halkla ilişkiler ve reklamın bir başka çeşididir.
Propaganda yalan söylemekle ilgili değildir. Ama gerçeği belirli bir şekilde anlatmakla ilgilidir. Ki bu da yalan söylemenin farklı bir yoludur.
İkinci düşüncem: bir devlet ya da siyasi hareketin propagandası – eğer etkili olmak istiyorsa- kendisini farklılaştırmak zorundadır. Her zaman birden çok hedef kitle vardır. Takipçiler vardır. Ama aynı zamanda propagandanın baştan çıkarmak istediği, şüphe içinde olanlar da vardır. Düşmanlara korku yaymak ister. Nefreti ve öldürme isteğini açığa çıkarmak için insanları bir yanılsamaya sürüklemek ister. İdeolojinin hakimiyeti için günlük mücadelede olanlar ve daha sonra savaş sırasında hayatta kalabilmek isteyenler için de gerçeklerden kaçışa ve rahatlamaya hizmet etmek ister.
Ve Goebbels bu saydıklarım dışında harika bir “Alman yaşam tarzı” göstermek için uluslararası seyirciyi de etkilemek istedi.
Yani bazen propaganda her şekilde görülmek ister.
– “Goebbels bazı propaganda filmlerinin gösterime sokulmasını reddetti, onları çok kör buluyordu” diyorsunuz ve ayrıca bir gerçek var: “eğlence filmleri de rejim tarafından kontrol ediliyordu”. İdeolojilerini sinemada sunan Nazilerin “gerçek sanatı” neydi?
Goebbels, Alman sinemasının en büyük “auteur”larından biriydi. Fanatik, ateşli bir Nazi ve Nisan 1945’te Berlin sığınağında “Führer” ile ölmeyi tercih edenler arasındaydı.
Ama aynı zamanda zekası, duyarlılığı ve hatta cazibesi vardı. Sinemada Goebbels’in oldukça iyi bir ağız tadı vardı. Renoir’i ve birçok Hollywood yönetmenini severdi; “Battleship Potemkin” gibi çok zıt bir siyasi gündemi olan filmlerin niteliklerini görebiliyordu. Ve sinema açısından çok pragmatikti – iyi bir yapımcı/ stüdyo patronunun yapması gerektiği gibi: Fritz Lang’ı işe almaya çalıştı, Marlene Dietrich’i Hollywood’dan Almanya’ya geri dönmek için ikna etmeye uğraştı. Sürgünde olan ve şanssız koşullar yüzünden Almanya’ya geri dönmek zorunda kalan G. W. Pabst’u kabul etti ve onu rejim için “yararlı” hale getirmenin bir yolunu buldu. Nazi gündemine neredeyse aykırı olan Helmut Käutner gibi insanların film çekmelerine izin verdi. Goebbels onun gibi yönetmenlere, rejime tabi olan hizmetkarlara ihtiyaç duyduğundan daha fazla ihtiyaç duyduğunu biliyordu.
Ve Goebbels Üçüncü Reich’teki Alman filmlerinin istediği kaliteye sahip olmadığının farkında olan tek kişiydi. O düz, sanatsız propaganda-filmlerinin acımasız bir eleştirmeni oldu. Propagandanın etkili olması için ince, neredeyse gizli, güzel “politik olmayan” hediye kağıdına sarılmış ve katıksız eğlence ile maskelenmiş olması gerektiğini biliyordu.
Genel olarak, Nazi Sineması, gerçeklik ile rüyalar ve fantezi dünyası arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmak için bir girişimdir. Bir noktadan sonra, artık ikisi arasındaki farkı ayırt edemeyiz.
Nazi sineması bir Hayal Fabrikası ve alternatif gerçeklerin gerçekliği (ya da gerçeklik-sonrası-gerçeklik) haline geldi.
Oldukça açık ve asla gizlenmeyen bir şekilde: bu filmlerin çoğunun sahne-insanları, şarkıcılar, aktörler, palyaçolar ya da soytarılar üzerine bir hikayeye sahip olduğunu görebiliriz.
Sahne gerisindeki yanılsama, gerçeklerden kaçma ve (bastırılmış) gerçeklik ile “gerekli yalan” teması hikayenin önemli bir parçasıdır.
Ayrıca bu filmlerde biz her zaman seyirciyi ve seyircinin sahnedeki oyuna tepkilerini görebiliriz: kabul etmek ve alkışlamak. Sinemada “bize” gösterilen hayranlar, filmdeki olaylara nasıl tepki vermemiz gerektiğini de gösteriyorlar. Bugün de bir pop konserinin TV kaydında olduğu gibi, her zaman sahnedekilere tepki veren “biz” hedef kitlenin temsilcileri olan fanatikleri görürüz.
Öte yandan Nazi Partisi Kongresi’ni konu alan Leni Riefenstahl’ın “belgesel”ine (Der Triumph des Willens – İradenin Zaferi – 1935 belgeselini kast ediyor – ZY) bakalım, orada da tam olarak aynı:
- “Düzenin güzelliği”, müzik ve anti-kaos.
- “Sahnede bir yıldız”: Hitler konuşma yapıyor ya da sadece orada bulunuyor. Ve sonra…
- “Seyirci”: Hitler’in kendinden geçmiş hayranlarına ve mesajının kendisine dönüşen genç erkekler ve kızlar veya üniformalı yetişkin Naziler…
Aynı şekilde – örneğin melodramlarda- gerçeği “söyleyemeyen”, yalan söylemek zorunda kalan ya da iyi niyetle yapay bir cennet inşa eden insanlar.
Veya komediler ve macera filmlerinde sahtekarın olumlu bir karakter olarak yansıtılması… Filmimin başında yer alan “Münchhausen”den alınma sahneye bakın: Aslında onlar iki dolandırıcı, (açıkça görebildiğimiz gibi) demir muştalı ve maymuncuklu silahlı suçlular. Ama şarkı söylediklerinde sanki Goebbels’ten bir manifesto gibi: “Dünyaya sahibiz, istediğimiz şeyi yapıyoruz; bunu kabul etmeyenler sabunlanacak…”
Fakat onlar buna rağmen olumlu karakterlerdir – Naziler gibi, bir şekilde iyiliği kötülüğe ve kötülüğü iyiliğe dönüştüren ya da en azından iyilik ile kötülük arasındaki farkı silen…
Savaş uzadıkça ve gerçeklik daha acı hale geldikçe sinematik Nazi dünyasına daha fazla fantezi girdi. Alman sineması tam anlamıyla bir Rüya Fabrikası’na dönüştü.
– Farklı bir perspektiften, Hollywood’un Goebbels sinemasının açık ve gizli propaganda filmlerinden biçim ve içerik bakımından da büyük ölçüde etkilendiği belirtiliyor. Örneğin: Soğuk Savaş’ın Rambo filmleri ve bugünden bile sayısız örnek sayılabilir. II. Dünya Savaşı’nın ardından Goebbels’in “ışıltılı” sinemasının varisinin, biçim ve içerik boyutlarıyla Hollywood olduğu iddia ediliyor. Bu konudaki fikriniz nedir?
Tabii ki eğlence bir tür propaganda olabilir (ve çoğu zaman öyledir).
PR ile propaganda arasında net bir “nesnel” ayrım olduğu konusunda çok şüpheliyim – diğer taraftan “iyi propaganda” diye bir şeyin olduğuna inanıyorum. İkinci Dünya Savaşı sırasında Capra ve Ford’un filmleri, bunların yanı sıra bazı savaş sonrası “yeniden eğitim” filmleri “iyi propaganda” tanımını dolduruyor. Mesela Michael Curtiz’in “Casablanca”sından ne anlamalıyız?
Bugünün Amerikan sineması elbette en azından “Amerikan Yaşam Biçimi”ni ve çoğu zaman tek taraflı ve basit “demokrasi” ve “serbest ticaret” fikrini yaymakta.
Son 30-40 yılın Hollywood filmlerini ihtişam ve cesaretle, güvenlik ve girişimcilikle, sıkı çalışmayla, daha az özgürlük ve eğlence ile birleştiren belirli bir kahramanlık fikrinin propagandası olarak izleyebiliriz.
Biri Amerikan sinemasının psikolojik tarihini – Kracauer’den ödünç alarak – “Joker’den Trump’a” (ve tekrar Joker’e) gibi bir başlıkla “Wall Street” ve 80’lerin sonlarındaki “Batman”i Beyaz Saray’daki “soytarı-başkanımız” ile birleştirerek yazabilir.
Kuşkusuz, eğlence endüstrisi her zaman insanları kontrol etme, gözetleme, belli bir yönde harekete geçirme ve hükümet için gerekli olduğunda hareketlerini sakinleştirme işlevine sahipti.
Bu durum aynı zamanda demokratik toplumlar için de geçerli: Bir toplumda “kitle”nin “birçok insan”dan daha fazlası olduğunu görmek kolaydır. Kitle bir beden ve kendine ait bir varlıktır. 50’li yılların başından beri modern sibernetik bilimi, kendi kendini organize eden bir sistemin (= demokrasi) programlanması konusunda araştırmalar yapmakta ve talimatlar hazırlamakta.
İnternetin sibernetik sistemi ve neredeyse tamamen dijitalleşmeyle yeni bir kontrol ve manipülasyon durumuna ulaştığımız söylenebilir. Ve bu kitle iletişim araçları aydınlanma ve özgür akıl geliştirme konusunda “daha az ve daha az” ama kontrol ve manipülasyon konusunda giderek daha fazla işlev üstleniyorlar.
“Karanlık saatler”imde bu fikrin beni heyecanlandırdığını hissediyorum.
Ancak “daha hafif saatler”imde, komplo teorilerinin ve kültürel karamsarlığın demokrasinin en büyük tehlikesi olduğunu hatırlıyorum. Ama bu tür fikirlerin şüpheli bir iktidarsızlık ve çaresizlik hissi ile bize sızma eğilimleri var.
O “saatler”de Netflix ve benzerlerini kapitalizm ahtapotunun sadece yeni bir şişko kolu olarak görmeyi tercih ediyorum. Tabii ki çok kötü ve çok büyük bir kolu.
Fakat çok büyük olan her şey gibi, kendilerini yok edecekler, kendi iç çelişkileri nedeniyle parçalanacaklar.
Alman şair Hölderlin’den alıntı yapmak istiyorum: “Fakat tehlikenin olduğu yerde / kurtuluş da büyür / kartallar karanlıkta yaşar…”
Nihayetinde kültür endüstrisi sadece para kazanmak istiyor, insanları susturmak veya politik bir gündemle zihinlerine sızmak istemiyor. Onlarla savaşmalıyız, yapabiliriz ve yapacağız, aydınlanma ve eğitim aynı zamanda “demokratik sistemin” çıkarınadır.
En azından öyle umuyorum … Fakat özünde iyimserim.
Faşizmin korsan bir modernite olduğunu unutmamalıyız. Biçimini ve kabuğunu kullandılar ve modernizme karşıt içerikle doldurdular.
Modernitenin üzerine yazıyorlardı. Pop-kültürün üzerine yazıyorlardı. Ve buna biz izin verdik ve hala izin veriyoruz. Naziler “yaşamdan daha büyük” yaklaşımını ve bir bütün olarak sinema fikrini ve siyasetin estetikleşmesini korsanlaştırdılar. Bu alanları yeniden fethetmeye çalışmalıyız.