İsimlerini Fransız bayrağının renklerinden alan ünlü ‘’renk üçlemesinin’’ ilk filmi olan Üç Renk: Mavi (Trois Couleurs: Bléu, Kieslowski, 1993) müziklerini Zbigniew Preisner’in bestelediği, başrolünde ise Juliette Binoche’un oynadığı 1993 yapımı bir Krzysztof Kieslowski filmi. Film aralarında Altın Aslan da olmak pek çok ödüle layık görülmesinden sonra, ardılları olan Üç Renk: Beyaz (Trois Couleurs:Blanc, Kieslowski, 1994) ve Üç Renk: Kırmızı (Trois Couleurs:Rouge, , Kieslowski, 1994) filmlerine dair beklentiyi de yükseltmiştir.

Fransız bayrağının mavisinin temsil ettiği siyasal özgürlükten ziyade varoluşçu bir özgürlüğü öne çıkaran Mavi filminde Kieslowski, toplumsal veya siyasal bir anlatı yerine tamamıyla bunlardan soyutlanmış bireysel bir hikayeyi perdeye yansıtmayı tercih ediyor. Bu noktada Kieslowski’nin yaklaşımının, Sartre’ın bahsettiği varoluşçu özgürlüğe yakın olduğu söylenebilmekle birlikte Sartre’ın varoluşçuluğunun siyasal göndermelerle dolu olduğunu da atlamamak gerekir. Jean Paul Sartre (1905-1980), ontolojik tartışmaları içerisinde insanın birey olarak özgürlüğüne vurgu yapar. Yaşadığımız çevrenin ve toplumun dayatmaları karşısında her zaman seçim yapma şansımızdan bahseder. Bu seçimleri özgürce yapabilmek için ya da başka bir ifadeyle özgürlüğümüzün farkına varabilmek için bir varoluş sancısını işaret eder. Bu yönleriyle Julie’nin hikayesinin de Sartre’ın bu bakış açısında uyduğu söylenebilir.

Mavi’nin öyküsünün temellendiği özgürlük teması tam manasıyla bu tip bir özgürlüğe işaret ediyor. Film başlangıcında hareket halindeki bir aracın tekerleğini yakın planda görüyoruz. Bu başlangıçla birlikte filmin ilerleyen sahnelerinde de oldukça sık karşılaşacağımız dairesel imgeleri Kieslowski’nin Roma mitlerinden birine yaptığı göndermeler olarak okumak mümkün. Burada bahsettiğimiz mit Azize Catherine’in hikayesidir. Azize Catherine’in 3. Yüzyılda yaşadığına inanılır. Hıristiyanlığı yaymaya çalıştığı için dönemin Roma İmparatoru Maxentius’un emriyle yakalanır. Bir tekerleğe bağlanan Azize, bu şekilde işkence görür ancak inancını koruması nedeniyle tekerlek kendiliğinden paramparça olur ancak en nihayetinde idam edilir. Buradaki tekerlek imgesinin, inancı için acı çeken kadını sembolize ettiğine inanılır.

Filmimize dönecek olursak, ilk sahneden tekerlek imgesinin verilmesi ve sonraki sahnelerde aracın kaza yapması, Julie’nin özgürleşme yolundaki varoluş sancısının tetiklenmesine vesile olur. Bu noktada kaza sekansını da incelemekte yarar vardır. Bu sekansta ilk gördüğümüz sahnede mavi tonlarının ağırlıkta olduğu bir havada yol alan araba, Anna’nın pencereden sallandırdığı mavi ambalaj kağıdı ve arabanın mavi tonu dikkatimizi çeker. Bu yoğun maviliğin filmin henüz başında kullanılması, mavi rengin filmdeki fonksiyonu ve temsil ettiği duyguyu tanımlamak açısından büyük bir öneme sahiptir. Sonrasında göreceğimiz üzere, Julie acılarının kaynağını oluşturan bu kazayla ve varoluşuyla ilgili tüm travmalarını yaşarken, sahnede daima bir mavi renk deseni vardır. Mavi bu noktada sanki bir renk değil de apayrı bir karaktermiş gibi filmdeki varlığını sürdürür. Çünkü etkisi o kadar dramatik ve güçlüdür ki, sahneye yansıdığı her anda izleyici bir acıya veya travmaya şahitlik eder.

Kazadan sonra hastanede uyanan Julie, mavi ve yeşil renklerin hakim olduğu odasında doktorundan kızının ve eşinin öldüğünü öğrenir. Bu mavimsi yeşili daha sonra yine acı çekildiğine şahit olduğumuz hizmetçi Maria’nın ağladığı mutfakta da görmemiz mümkün. Julie, hasta yatağından doğrulduktan sonra hayatına son vermeyi isterken varoluşunun acısıyla başa çıkamadığından karar verdiği bu eylemi, belki de hissettiği var olma güdüsüyle gerçekleştirememektedir.

Hastanedeki yatağında Julie, Oliver’ın kendisini ziyaret ettiğinde verdiği video oynatıcıyla, kocasının ve kızının cenazelerini izliyor. Bu sahnede, cenaze sırasında orkestranın çaldığı müziği duyuyoruz. Bu müzik, filmin devamında tramvatik sahnelerde bir anda duyduğumuz müzik olması bakımından önemli. Aynı müziği pek çok kez farklı şiddetlerde ve enstrümanlarla duyuyoruz film süresince. Bu melodiler film boyunca zihnimizde Julie’nin kocasının ve kızının ölümüyle özdeşleşmiş şekilde yer alıyor. Diagetik olmayan bir öğe olarak kullanıldığı zamanlarda, izleyiciye o anda Julie’nın ruhsal durumu hakkında bir bilgi vermekle kalmayıp, Julie’nin acısını içselleştirmemizi de sağlıyor.

Julie, evinde uyandığında yüzüne masmavi bir ışık vuruyor ve biz yine şiddetli bir biçimde müziği duyuyoruz. Uykudan arınan insan bilincine gerçekliğin acısının nasıl vurduğunu çok net anlatıyor Kieslowski ayrıca yine bu sahnede müzik ve rengin bir arada anlamı kuvvetlendirmesine çok güzel bir örnek veriyor. Burada Julie’nin gazeteciye selam vermesi ve sahnenin kararıp bir anda aydınlanarak devam etmesi de Julie’nin ruhsal dünyası ve gerçek dünya arasındaki geçişi anlatıyor. Kieslowski, bu kararıp sona eren kesmeleri pek çok yerde bu anlatımı güçlendirmek için kullanmış görünüyor.

Evin içinde dolaşırken duyduğu piyano sesleri, evdeki ‘’mavi oda’’ ayrıntısı ve kızının tavana asılmış mavi boncukları evin, Julie’nin eski yaşamını ve dolayısıyla acılarını temsil ettiğini gösteriyor. Özgürleşmesinin o evin içindeyken mümkün olmadığını anlıyoruz. Acısını dışarıya göstermemesi de acıdan da özgürleşmek istediğine bir vurgu. Maria’nın mutfakta ağlarken ‘’Ben ağlıyorum, çünkü siz ağlamıyorsunuz. Sürekli onları düşünüyorum. Onları nasıl unutabilirim?’’ repliği de aslında Julie’nin içinde yaşadığı dile gelmemiş cümlelerin Maria tarafından seslendirilmesinden başka bir şey değil. Sonrasında gelen avukata tüm parasını numarasını verdiği bir hesaba aktarmasını söylemesi, evi satılığa çıkarıp eşyaları satması tamamen ev ve önceki hayatıyla ilgili bağları koparmak istemesinden kaynaklanıyor. Oliver’in eve geldiği ve döndüğü sahnelerde elinde Patrice ile ilgili bir dosya olduğu (onun da rengi mavi) ve içinde Patrice ve sevgilisinin fotoğraflarının olduğunu görüyoruz. (Sevgilisinin kıyafeti de mavi) Burada henüz Patrice’in sevgilisinden habersiz olan Julie için, sadece yaşadığı değil ileride yaşayacağı travmaların da mavi renkte olduğunu keşfediyoruz.

Müziğin görüntüyle bağlı şekilde kullanımının bir başka örneği de yine filmde pek çok defa gördüğümüz nota planları. Notalar gözle ve parmakla takip edildiğinde, müzik de bu planlara eşlik ediyor. Bu noktada notların dinlemekte olduğumuz müziğe ait olduğunu anlıyoruz. Hatta Oliver ve Julie’nin konçerto üzerinde düzenleme yaptıkları sekansta, müzik kompozisyonu düzenlendikçe biz de düzenlenmiş müziği duyuyoruz her defasında.

Julie’nin Oliver’den ayrıldığı sahne, belki de filmin en ünlü sahnesi. Duvarın kenarından yürüyen Julie, yumruğunu duvara sürterek elini kanatıyor. Bu sahne Julie’nin yeni hayatına geçişine şahit olmamız bakımından önemli. Sonraki sahnede kutu taşırken, elindeki yaraların yakın planda gösterilmesi bu yaralanmanın bazı anlamlar içerdiğini kanıtlar nitelikte. Julie, fiziksel acıyı da alt ederek bir nevi o açıdan da özgürleşiyor. Fiziksel acısının kaynağı ise yine ruhunda hissettiği acı. Julie’nin acılarını yaşadığı açıkça yaşadığı tek yer ise havuz sekansları diyebiliriz. Masmavi havuzda yüzen Julie’yi birkaç kez görüyoruz ve bunların birinde Cecille Julie’nin havuzda ağladığını fark ediyor ve doğal olarak bize fark ettiriyor izleyici olarak. Julie açısından baktığımızda havuzdaki masmavi suyun onun akıtamadığı gözyaşları olarak okumak mümkün. Aynı zamanda Julie’nin ilk havuz sahnesindeki cenin pozisyonda kalması ise yine bir yeniden doğum göndermesi.

Bu film üçlemenin diğer iki filmiyle izlendiğinde bazı noktaların da farkında varıyoruz. ‘’Özgürlük’’ temalı bu filmde yaşlı bir kadını çöp atmaya çalışıp başaramazken izliyoruz. ‘’Eşitlik’’ temalı sonraki filmde (Trois Coleurs: Blanc, 1994) bu sefer aynı sahnenin tekrarlandığını ancak başkarakterin bunu gülerek izlediğini görüyoruz. Üçlemenin son filminde (Trois Coleurs: Rouge, 1994) yine aynı sahne tekrarlanıyor fakat bu kez filmin başkarakterinin yardımıyla kadın çöpü atabiliyor. Bu son filmin ‘’kardeşlik’’ temasına gayet uygun gözüküyor. Üç Renk: Beyaz (Trois Coleurs: Blanc, 1994) filmini izlediğimizde Julie’nin mahkemeye gittiği sahnede girdiği davanın da bu filmdeki mahkeme sahnesi olduğunu fark edebiliriz. Bu sahnelerle filmi birbirine bağlayan Kieslowski, aslında tüm bu temaların aynı zaman diliminde yaşandığı ve insanların birbirinden farklı süreçlerden geçtiği mesajını da izleyiciye veriyor.

Mavi, Julie’nin bireysel özgürlüğüne erişme yolculuğunu anlatıyor kısaca. Julie’nin annesine huzurevinde söylediği şu cümleler bu yolculuğu en güzel şekilde özetliyor aslında. ‘’Artık yapmam gereken tek bir şey olduğunu anladım: hiçbir şey. Ne mal, ne mülk, ne hatıralar, ne arkadaşlık, ne aşk ne de bir bağ istiyorum. Bunların hepsi bir tuzak…’’ Julie, film boyunca bu tuzaklardan kaçıp, kimseyle bağ kurmamayı tercih ediyor.

Filmin sonunda ise, kocasının yarım bıraktığı bestenin tamamlandığını ve Julie’nin özgürleştiğini görüyoruz. Burada konçertonun Oliver ve Julie’nin bestelediği şekilde nihayet bulması önemli. Çünkü o artık Patrice’in konçertosu olmaktan çıkıyor. Başka bir değişle konçerto da geçmişiyle bağını koparıp özgürleşiyor. Film, mavi tonlarının diğer insanların hayatlarında hala var olduğunu görmemizle ve Julie’nin nihayet gözyaşı dökmesiyle sonlanıyor. Aynı zamanda son sekansta, diğer insanların hala özgürleşemediklerini, bir takım bağlara tutunduklarını, Julie’nin tuzak dediği şeylere düştüğünü anlayabilmek mümkün. Çünkü mavi onların hayatlarına değmeye devam ediyor.