Amerikan sinemasının çılgın, dahi ve bir o kadar da yaramaz çocuğu Quentin Tarantino; aykırı üslubuyla tüm dikkatleri üzerine çekmesinin yanı sıra 1990 sonrası film endüstrisine yön veren sinemacılar arasına da adını altın harflerle yazdırmış durumda. Elbette ki Tarantino’nun bu başarısı sadece üslup farklılığından kaynaklanmıyor. Hollywood sefiri, filmlerinde bolca kan ve tere yer vermekle birlikte,sinemanın en değerli öğelerinden biri olan güldürü öğesini de eksik etmiyor. Üstelik bunu bir sistem eleştirisi halinde, bulunduğu konuma aldırış etmeden siyahi karakterlerin ağzından gerçekleştiriyor.

Zira yakın zamanda çıkan “Django Unchained” ve “The Hateful Eight” gibi yüksek gişeli filmlerinde gördüğümüz siyahi karakterler bahsettiğimiz olayı tam olarak açıklar nitelikte. Filmler tarihsel süreç olarak Amerikan İç Savaşı’nın (1861-1865) çevresinde geçmekte.

Savaştan 2-3 yıl önce geçen ‘Django Unchained’ filminde baş karakter, siyahi köle Django’nun kelle avcısı Dr. Schultz ile yollarının kesişmesiyle başlayan hikaye, köle sahibi (temsili Amerika)’nin yok oluşuyla son bulur. Film boyunca güldürü unsuru ağırlıklı olarak Django’nun üzerinden sağlanmıştır.Gerek karaktere giydirilen şapka gerekse bahşedilen at, komik ve düşündürücü olayların yaşanmasına sebep olmuştur. Çünkü olayın geçtiği tarihte bir siyahinin şapka takıp ata binmesi eşine rastlanamayacak bir durumdur. Öyle ki bu istisnai durum Django’nun bile garibine gitmekte, seyirciye de bolca kahkaha malzemesi vermektedir. (Filmden örnek sahne için yazının sonundaki videoya bakınız)

Bir diğer film ‘The Hateful Eight’ ise iç savaştan 6-8 yıl sonrasında cereyan etmektedir.Usta oyuncu Samuel L. Jackson filmde eski bir siyahi fedarasyon askeri olan Marquis Warren’a hayat vermektedir. Dönemin ABD Başkanı ve en büyük eşitlik savunucusu Abraham Lincoln’ün adının sıkça geçtiği filmde, güldürü öğesi yine sıklıkla Jackson’un ağzından izleyiciye aktarılmıştır. Film boyunca ağır ırkçılığa maruz kalan Warren’in elinde dolanan ve Lincoln’den geldiği iddia edilen mektup öyle ki, bazı sahnelerde karakterlerin hatta olayların bile önüne geçmiş, karakterlerlerle birlikte seyircilerin de bol kahkaha attığı anlara sebep olmuştur.

Sadece bu iki filme bakarak bile cesur yönetmenin, bahsedilen karakterler üzerinden Amerikanın siyasi lekelerini gün yüzüne çıkarmaktan asla korkmadığını, onlara karşı yapılan zulmü yine onların ağzından bir mizah unsuru olarak seyircinin önüne sunduğunu açık bir şekilde görmekteyiz.

Tüm bunlardan yola çıkarak Tarantino’nun yaptığı işlerle izleyiciyi sadece güldürmekle kalmayıp aynı zamanda vicdanlarıyla baş başa bıraktığını söyleyebiliriz. Gördükleri zulme, ayrımcılığa ve her türlü şiddete rağmen her zaman gülen, güldüren karakterler, kalbi siyah olanların kalplerini renklendirmeye devam etmektedir.

Her ne kadar, bölgede uzun yıllar süre gelmiş siyasi ve toplumsal ayrımcılık, günümüzde eskiye nazaran etkilerini yitirmiş olsa da geride bıraktığı derin izler Tarantino ve onun gibi pek çok muzip yönetmenin daha uzun yıllar hafızalarında ve en önemlisi filmlerinde görüleceğe benziyor.