Yönetmen: Zaza Urushadze
Dikkat bu yazı sürprizbozan içerir!
Yedinci sanat dediğimiz sinema, zaman zaman benim için bir sığınak haline gelir. Günlük maişet derdi içerisinde bunalmışken, durumumdan mutsuz olduğumda veya yaşadığım dünya gündemi beni bunalttığında ekrana sığınırım, seçtiğim gündemde yaşarım, ruhumu doyuran insanlar ve mekanlar ile vakit geçiririm bir süre. En güzeliyse hiçbir sorgu sistemi ya da diktatörlük geçirdiğim bu birkaç saat üzerinde tahakküm kuramaz. Bazen öyle bunalırım ki sığındığım bu fantezi dünyası ütopik bir hale gelir; herkesin huzur içinde yaşadığı, her güneş ışınına şükranla kucak açan bireylerin olduğu ve acıların sonunun hep ‘’mutlu’’ ile noktalandığı filmleri kucaklarım. İşte bir gün bu halet-i ruhiye de bir ‘’savaş’’ filmi seçtim! Ard arda sıralanan cümleler arasındaki kontrastın farkındayım, fazla uzatmadan bu zıtlığın arasındaki görünmez ağları aydınlığa kavuşturacağım. Seçtiğim savaş filmi 2013 yapımı ‘’Mandalina Bahçeleri’’ oldu, beni bu seçime iten ise bu filmi öneren arkadaşımın klasik savaş filmlerini hiç de andırmadığını söylemesiydi. Dürüst olmak gerekirse; başta ön yargılıydım, savaş filmi demek benim için top tüfek ve cephe sahnelerinin bolca zuhur ettiği, gerilim dolu filmler demekti. Yönetmen Zaza Urushadze, savaş filmlerine öyle farklı bir cepheden bakmayı başarmıştı ki daha ilk andan itibaren bizi karşılayan soundtrack seyirciye huzurlu ve etnik bir yolculuğa çıkacağı mesajını veriyordu.
1992 yılında gerçekleşen Gürcü- Abhazya Savaşı’nda bölgede yaşayan Estonyalıların neredeyse tamamı huzurlu bir hayat arayışında eski anavatanlarına dönerler. Sadece iki kişi hariç: Ivo ve Margus. Açılış sekansında marangoz olan Ivo’yu görürüz ilk, mandalinalar için kasa yaparak geçirir zamanını. Issız ama huzurludur da bulunduğu atmosfer, ta ki Çeçen askerlerin gelişine kadar. Bir kötülük yapmazlar Ivo’ya, yemek isterler ve neden hala burayı terk etmediğine anlam veremezler yine de sırtlarındaki silahlar kadraja girer girmez bir gerginlik yayılır ekrandan. İnsanın insana ilk teması, diyaloğu ‘’kimsin? ve ‘’nerelisin?’’ olur. Çünkü çok önemlidir askerlere göre karşıdaki kişinin kim ve nereli olduğu, ona göre belirlerler kim dost kim düşman. Oysa hiçbir insana doğmadan önce sorulmaz bunlar, seçim hakkı verilmez mesela nereli olmak istediği, hangi kökene ve kültüre ait olmak istediğine dair. Nitekim insan yine bu seçimlerine göre yargılanır hele de savaş içesindeyken ve farklı cephedeysen sen düşmansın derler ve kurşun yağmuruna tutarlar, sanki karşıdaki bir insan değilmiş gibi bir his oluşur, sanki o bir evlat, baba rollerine, duygulara sahip bir değil de düşman işte, kötü bir yaratık o gibi bir ruh haline bürünülür. Bu minvalde, asker olan Ahmed, Ivo’ya ‘’Bu kasalar patlayıcılar için mi?’’ diye sorar, çünkü her an tetiktedir. Beyin seçici algılar, neye odaklanırsa onu görür. Bu yüzden Ahmed için etraftaki her şey savaş adına olup biter, nasıl ki insanları kökenlere göre dost düşman diye filtreleyen gözlere sahipse aynı şekilde etraftaki eşyaları da o gözle algılar. Oysa Ivo ve dostu Margus da savaşa dair her şeyi yok etmek üzerine bir hayat kurarlar kendilerine, onlar olumluya ve barışa odaklanmayı yaşam pratiği haline dönüştürmüşlerdir. Margus için tek önemli şey şifalandırıcı olan mandalinalarını savaş başlayana kadar ağaçta bırakmadan toplayabilmektir, Ivo ile bu uğurda cansiperane çalışırlar.
Kısa süre sonra Ivo’nun evinde dramatik irony dolu sahneler yaşanır. Çünkü Çeçen ve Gürcü askerler arasında bir çatışma çıkar. Bir tek Ahmed sağ kaldı diye sanılırken, Ivo ve Margus diğer askerleri gömdüklerinde Gürcü asker Niko’nun da sağ kaldığını fark ederler. Artık Ivo’nun revire tahvil ettiği evini bir Çeçen bir de Gürcü asker paylaşır, iki düşman aynı evdedir. Benzer hikayelere sahip, aynı duyguları taşıyan, farklı kökene sahip iki düşman…Bu süreçte Ivo, baba ve bakımveren rollerindedir, gerginlikleri yatıştırır, onları besler iyileştirir. Evin kurallarını ve sınırlarını da çizer: ‘’Benim evimde, ben istemezsem, kimse kimseyi öldüremez.’’ der. Zaman içerisinde askerler arasında birbirlerine karşı olan öfke duygusunun yerini dostluk kaplar. Yaralı askerler bir nevi anne rahmine dönmüştürler, yeni bir dünyaya doğarlar. Aslında dünya aynıdır ama onların bakış açıları değişmiştir, nasıl ki duygular bir seçim konusu değil, ya vardırlar yok yokturlar, ama duygular karşısındaki tutumumuzu biz seçebiliyorsak Ahmed ve Niko da yeni hayata gözlerini bu bakış açısıyla açarlar. Tüm bu anlamlı değişiklikler içlerinden gelmiş, dışarıdaki dünyanın yenilenmesini bekleyemeyeceklerini idrak etmişlerdir.
Ahmed’in savaşa katılma sebebi yüksek maaş alıp ailesini refah içinde yaşatmaktır. Nika da aynı şekilde ekonomik sebeplerden dolayı savaşa katılmıştır. Onlar hayatlarındaki, bakış açılarındaki bu devinimi sorgularken seyirci de aktiftir. Şahsi fikrimi paylaşmak gerekirse, filmi izlerken gözümde mikado çöpleri canlandı. Aslında hayat, seçimlerden ibaret. Önümüze dizili seçenekleri yığarız, kararlar veririz hangi çöpü çeksek diye. Birbirine değdirmemenin, yarınlarımızı incitmemenin ve gelecek hayallerimizi sarsmamanın planlarını yaparız. Lakin, bir gün o çöpe yabancı bir el uzanabilir, sonraki hamlede neyi yıkacağını düşünmez bile. İşte benim gözümde geçim derdi ile savaşa katılan Ahmed ve Nika tam da böyle bir yaşama sahipti, sanki çamur deryasında yüzmeye çalışan ahşap bir tekneymişçesine yönlerine kendi tayin edemeyip ve zorunluluktan, savaş çöpünü seçen ellere bırakmışlardı kendilerini. Fakat kısmen de olsa şanslıydılar, farklı kökenlere de sahip olsalar ortak ve en güçlü dil olan şefkatin kucağında yeniden doğma fırsatı bulmuşlardı.
Hemen hemen her yaştan herkesin sevdiği, turuncu renkli ve samimi bir imaj çizen aynı zamanda da içerisinde barındırdığı vitaminler ile şifa veren mandalina meyvesi ağaçlarının etrafında şekillenen bu barış hikayesi başta da belirttiğim gibi umutsuz dünyadan sığınmak adına araladığım sinema perdesinden kalbime yansıdı ve son olarak şunu daha iyi anlıyorum ki;’’ Ne kadar uzun olursa olsun, hayat hep çok kısa!’’