Film başladığında Hatice düzlükteki uzun ince bir yolda yürür.Kamera onu izlemeyi bırakır, dağların dik yamaçlarında gezinir. Tekrar Hatice’ye döndüğünde onu dağın dik yamacında görüyoruz. Hafif bir esinti Hatice’nin pek de bol olmayan eteğini savurur. Bal rengi gömleği onu belirgin kılar. Sol taraf uçurum. Hatice ustalıkla yamacın dar patikasında ilerler.
UÇURUMDA AÇAN
Aşktın sen, kokundan bildim seni (Cemal Süreya)
Hatice taş oyukların arasındaki boşluğu bulur ve taşı yerinden oynatır, üzerindeki arılarla saf bal peteği ortaya çıkar. Vız vız vız. Hatice’nin elleri çıplak ama arılar onu sokmazlar. Çünkü Hatice onlarla konuşur, onlara şarkı söyler. Sepet kovanla tekrar düzlüğe, yeşile iner, onu karşıdan gördüğümüzde Auguste Renoir mı çizdi bu “tablo”yu demekten kendimizi alamayız. Yoksa kamera Jean Renoir’ın mı elindeydi? Saf sinema bu! Siegfried Kracauer’e göre diğer çekimlerden kendisini soyutlayan çekim de kendi başına anlam taşıyabilir. Pek çok çekimden oluşan ayrım, çekimin tek başına sahip olabileceği gücü yitirmesine yol açabilir (The Redemption of Physical Reality, 1960). Anlamları yüklenmiş tek çekimler Hatice’ye odaklandığında daha neler göreceğiz? Az sonra Hatice sırtladığı sepet kovanı açar, arılar uçuşurlar, Hatice onlara seslenir. Her yerde arı var: Vız, vız, vız.
İşte kristal imge! Gilles Deleuze’e göre, kristal imge şimdiye ilişkin olan imgeyi (actual image) de değişerek (ya da geçip giderek) geçmişe dönüşen imgeyi de (virtual image) içinde barındırır. Bu birliktelik görünür de değildir. Şimdi geçip gittiğinde yeni şimdi onun yerini alır ama ikisi de kristal imgede var olmayı sürdürürler. Bergson çift taraflı imgenin ne olduğunu sorar ve yanıtı zamanın uçurumunda arar (aktaran Deleuze, vurgulama Büker’in). İmge hem şimdiyi hem de geçmişi birlikte bulundurduğu için çizgisellik söz konusu değildir artık (Cinema 2: The Time Image, 1989). Kronoloji yoktur.Böylece filmin başında gördüğümüz uçurum (vurgulama Büker’in) izlemekte olduğumuz kristal imgeye bağlanır. Şimdi ve geçmiş birbirine sıkıca kenetlenmiştir bu imgede. Bu durumda sözü bir kez daha Cemal Süreya’ya bırakalım:
Yurdumsun ey uçurum
Hatice binlerce yıl öncesine dayanan bir geleneği sürdürür. Eskiye dayanan yöntemlerle saf bal üretir. Yönetmenler de saf sinema (cinéma pur) diye nitelendirilen dili yaratırlar. Saf bala saf sinema yakışır. Sepet kovan balındaki arılara ya da doğal olana müdahale edilmez. Saf balın yarısı emeği verene yarısı da Hatice’ye kalır. Hakça bir bölüşüm söz konusudur. Hatice bal rengi evine döndüğünde dingin ve huzurludur. Yüzüne belli belirsiz fark edilen bir gülümseme kondurur, gülümseme giderek genişler, belirginleşir. Hatice mutlu. Kesme.
Onu köyün yıkık dökük taş evleri arasında görürüz. Yine saf bal için taşı kaldırır, balla dolu kovanlar ortaya çıkar. Hatice önce MAŞALLAH der, balı çıkarır ve arılara seslenir: “Yarı size yarı bize”. Eve gittiğinde balı annesine yedirir. Daha sonra pazarda satmak üzere Üsküp’ün yolunu tutar. Muz ve saç boyası alır pazardan. Yelpaze ise satıcının yaşlı anneye armağanıdır. Sinekleri kaçırmak için çok işe yarayacaktır. Hatice pazardan döner dönmez sepet kovanlara koşar, o arılarla mutludur. Mutluluktan söz edince mutluluk mekânı’nın imgelerini inceleyen Gaston Bachelerd’ı anmadan olmaz (vurgulama Bachelard’ın). O yaptığı araştırmaya mekânseverlik(topophilie) adını verir. Bu kavramla sevdiğimiz, savunduğumuz mekânları (space) vurgulamak ister. Mutluluk mekânları çoğu kez sahip oldukları farklılıklardan dolayı övülen mekânlardır (Mekânın Poetikası, 1996). Kitabın ilk basım yılı 1957. Kitap İngilizceye 1964’de çevrilir. Aradan uzun yıllar geçer, 1974’de Yi-Fu Tuan kitabına, Bachelard’a gönderme yapmadan Topophilia adını verir (aktaran Molly Robinson Kelly, The Hero’s Place, 2009). Tuan’a göre mekân daha soyut bir kavramdır, yer (place) ise iyi bildiğimiz, değer atfettiğimiz alandır. Aslında “yer” kavramını Place and Placelessness (1976) adlı yapıtında Edward Relph kullanır ve yer kavramının insan varlığı ve deneyimi için bir kök salma biçimini temsil ettiğini savunur (aktaran Ezgi Tuncer Gürkaş, “Yer Üzerine Kavramsal Bir Okuma Denemesi”, Sigma 4, 2012).Hatice de Kumonova ve Preşova’ya kök salmıştır.
Herkesin kök saldığını düşündüğü için yaklaşmakta olan kamyon, karavan ve sürüyü gördüğünde pek de kaygılanmaz Hatice. Çeşitli yaşlardaki erkek ve kız çocuklarıyla anne (Lütfiye) ve baba (Hüseyin) yerleşirler uygun buldukları bir açık alana. Hatice onlarla dost olur, çocuklarla oynar. Radyodan hava durumunu dinlerler birlikte. Hatice radyodan türkü çıkmayınca başlar kendisi söylemeye.
Yandı Kumanova
Tutuştu Preşova
Üsküp’ün ortasında; Veli Bey hovarda!
Selam olsun sana Kumanovalı Veli Dedem selam! Hatice Veli Dedemi görseydi? Bal kovanlarını bırakırdı onun peşinden Eskişehir’e gelirdi. Tıpkı anneannem gibi. Görmedi dedemi Hatice, Hüseyin’e bir yılda kaç kilo bal çıkarabileceğini, arıları nasıl kollamak gerektiğini anlatmaya koyuldu. Hüseyin’de çocuk çok, kimine 400 kimine 200 dinar gerek. Bu paralar kazanılmalı. Hatice önlemini alır: “Hüseyin balın bir katını al bir katını bırak. Benim arılara saldırmasınlar!” Kim dinler Hatice’yi. Arılar intikam alırlar, çoluk çocuk demez tüm aile üyelerini sokarlar. “Eğer arı sokarsa bilin ki siz yanlış bir şey yaptınız!” (www.ağaçlar.net forum arıcılık, Erişim Tarihi 14.2.2020). Hüseyin hayvanları için ahır da inşa etse arılar için kovanlar da hazırlasa doğayı tükettikçe mesken tutamayacaktır. Arılar mesken tutamayanı anlar. Kokusundan, sesinden, yürüyüşünden anlar.
Martin Heidegger inşa etmenin mesken tutma olmadığını söyler. Biz inşa ettiğimiz için değil, bir yerin sakini (yerleşik oturanı) olarak inşa ettiğimizde mesken tutarız. İnsan bir yerin sakini olduğu zaman vardır. Bizim var olma tarzımız bir yerde barınmak ya da bir yerin sakini olmaktır. Var oluşun temel koşuludur bu. Bir yerin sakini olduğumuzda çevreyle, doğayla bir bütünlük içinde ve sorunsuz bir biçimde var oluruz. Bu kavram gözetmeyi, korumayı, üzerine titremeyi de içinde barındırır (Düşüncenin Çağırdığı, 2008). Arılar göçebe var oluşu sevmez, bundan dolayı kimsenin gözünün yaşına bakmaz. Kaotik olanı sokarlar. Yine Heidegger’e göre mesken tutmak sükûna erişmek, ve sükûnet içinde kalmak demektir. Bir yere ait olmak deneyim yüklü, gelenek yüklü olmak demektir. Tıpkı Hatice gibi.