Jean-Luc Godard denince akla ilk A Bout de Souffle filmi gelse de, Vivre Sa Vie filmi Yeni Dalga akımının mihenk taşıdır. Montaigne’in “Her şeyini başkalarıyla paylaşsan da, özünü kendine sakla.” sözüyle başlar film.
1962 yapımı siyah-beyaz bir film olan Vivre Sa Vie (Hayatını Yaşamak) 12 ayrı bölümden oluşur. Hayalleri uğruna her şeyi karşısına alarak ilerleyen 22 yaşındaki bir kadının, hayatında ki düşüş anlatılmaktadır. Filmdeki replikler ve diyaloglar hayata bakışınızı etkileyecek denli güzel.
“Bence yaptığımız her şey, bizim sorumluluğumuzda. Özgürüz. Elimi kaldırıyorum “ben sorumluyum”, başımı çeviriyorum “ben sorumluyum”, üzgünüm “ben sorumluyum”, sigara içiyorum “ben sorumluyum”, gözlerimi kapatıyorum “ben sorumluyum”. Bazen sorumluluğumu unutsam da, hayat bu ve dediğim gibi ondan kaçış yok. Yine de her şeye rağmen yaşamak güzel. ”
Godard, hayatını yaşamaya çalışan Nana’nın hikayesini anlatır. Varoluşçuların ve Hegel’in felsefesinden de etkilenen yönetmen, bu filminde varoluşçu yanını ön planda tutar. Bu yüzden de onun en kişisel filmi belki de Vivre Sa Vie’dir.
Filmde Nana ile filozof, filozofik bir diyaloğa girer. Filozofun konuşmalarından hareketle düşünmenin ne anlama geldiğini muhakeme etmeye başlayan Nana birden gözlerini izleyicisine çevirir. Bu bakış düşünmediğimizin göstergesi niteliğindedir. Böylece film bu bakış aracılığıyla izleyicisinden düşünmesini talep etmektedir. Sinematografik imajlarla düşünmeye ve sinema deneyiminin ne olduğu üzerine sorular sormaya davet etmektedir.
“Neden insanlar sürekli konuşmak zorunda? Belki de bu kadar çok konuşmamalı, hayatı sessizce yaşamalıyız. Ne kadar çok konuşursak, kelimeler de anlamlarını o kadar yitiriyor.”
Etkilendiği isimler gibi Godard’da sinemayı, “insanların kendi zihinlerinde oluşturduğu bir yapıya(gestalt)” benzetir. Bu tanımla ilgili olarak filmde, “izleyicin çeşitli film öğelerini seçip, bunları birbirine ekleyerek oluşturduğu bir yapıdır.(gestalt)” Onun bu tanımlarının yansımasını gördüğümüz filmlerden biridir, bu anlamda Vivre Sa Vie. Yönetmen, Nana’nın gerçekliğini parçalara ayırarak, her parçayı ayrı ayrı vererek herkesin kendi kurgusunu oluşturmasına olanak sağlar.
Aynı zamanda Godard’a göre, “gerçeklikte hayat gibi olmalı ve başlangıcı ve sonu belirsiz olmalıdır.” Filmin başında Nana karanlık içinde resmedilir. Tıpkı film içinde bahsedilen portreler gibi; “yalnızca baş ve omuzlardan ibaret bir portre; gövde, kollar ve hatta o parlak saçların uç kısımları bile arka planı oluşturan derin karanlığın gölgesinde eriyip gitmiştir.”
Nana, yaşadığı döneme göre ideal bir kadın görünümünde değildir. Melankoliktir, varoluşsal sıkıntılar yaşar ve her şeye rağmen hayatın tadını çıkarmak gerektiğini düşünür. Hatalar yapar ve yaptığı hatalar, onu yeni hatalara sürükler.
Godard, Hegel’in felsefesine vurguda bulunarak hata yapmadan doğruyu bulamayacağımızı belirtir. Burada Sartre’ın “insan kendi özgürlüğüne mahkûmdur” sözünü hatırlamak gerekir.
Nana hem çok güçlü hem de çok zayıf. Bizden biri, bizim yaralarımızı taşıyor, bizim sorunlarımı yaşıyor. Nana, birçok izleyenin kendine yakın bulduğu bir karakter. Fakat Yeni Dalga’nın özelliklerinden biri olan, seyirciye her zaman bir film izlediğini hatırlatma kuralından yola çıkılarak bu yakınlığın önüne geçiliyor. Kameranın varlığını hatırlatan çekimler ile film olduğu sürekli hatırlatılıyor.
Filmi izlerken aklımda şu dizeler canlandı “Aklımda gitgide büyüyen yara;bir ağacın en uzak dalı gibi,sessizce çürür.”(Ahmet Erhan) Hayatın bazen aşılamaz gelen zorluğu Nana’yı trajik sonuna doğru sürükler,bir nehir gibi.. Hegel’in felsefesinde belirttiği gibi, “diyalektik çelişmelerini” aşamayan Nana, kendi sonunu kendi hazırlamıştır.
Film hakkında genel olarak söylemem gerekenler, kurgu, müzik, montaj ve mizansen arasında sağlanan mükemmel bütünlük..İzlerken beni en çok düşündüren filmlerden birisi oldu. Godard, izlediğim her filmi ile üslubuna ve tekniğine beni biraz daha hayran bırakıyor.
Birini kaybettiğimiz zaman, yakından tanışmasak bile içimizi hüzün kaplar. Fransız Yeni Dalgası’nın ikonu ve yönetmen Godard’ın da ilham perisi olarak tanıdığımız oyuncu Anna Karina, 14 Aralık 2019’da Paris’te hayatını kaybetti. Aynı zamanda dünya sinema tarihini etkilemiş ‘Yeni Dalga’ akımının önemli bir temsilcisi olan yönetmen, yazar ve şarkıcı olan Anna Karina’yı da bu filmle tekrar anıyorum.
“Ben artık eski bir hikâyeyim. L’histoire ancienne. Ama eski bir hikâye hala güzel bir hikâye olabilir, değil mi?”