Avarenin asili kimi kez efkârlı olur. Efkârlı olduğunda da suç işler. Efkârlıyım Abiler (Türker İnanoğlu, 1966) başladığında avare elinde tespih hapiste volta atar. Asıl adı Arif (Sadri Alışık), takma adı Gönlübol’dur. Hapisten çıktığı gün onu karşılamaya gelen fabrikatör amcanın (Hulisi Kentmen) ağzından onun zengin ve asil olduğunu öğrenir izleyici. Necmeddinzadelerden Arif külhanbey olamaz. Ama amcası onu “külhanbey” olarak nitelendirir ve boynundaki mendili, elindeki tespihi alır, ceket de omuzda asılı olmamalıdır, giyilmelidir, beldeki kuşak da gereksizdir. Ayakkabıların arkasına basılamaz. Arif tüm zorlamalara, amcası arkadaşlarına zarar vermesin diye katlanır. Çünkü o aslında külhanbey değil, gerçek bir “yalnız kabadayı”dır. Farkındalıkla seçtiği bir yaşamı vardır. Bu farkındalığına hazır cevaplılığı da eşlik eder. Çoğu filminde olduğu gibi bu filmde de maniler okur, sözünü sakınmadan konuşur:

Amca- Bu şapka da ne?

Arif- Şapka değil bir kere. Kasket…

Amca- Bu mendilin yeri neresi?

Arif- Boğazın iki yakası

Amca- Bir daha görmeyeceğim.

Arif- Merak etme görmezsin amcacım. Mendil ayrılık demek zaten.

Amca- O tespih de ne?

Arif- Böyle zamanlarda ya sabır çekmek için.

Onun içten içe taşıdığı “yalnız kabadayı” ruhunu amca görmek istemez, “külhanbey” diyerek onu aşağılar. “Tıpkı hane ve aile gibi, mahallenin de korunması gereken bir namusu vardır. Kabadayı, semtin kadınlarının korunmasını, başka semtlerden istenmeyen ziyaretçilerin gelmemesini, semt sakinleri arasındaki meselelerinin dürüst ve adil bir biçimde çözülmesini ve uygunsuz davranışların cezasız kalmamasını sağlardı. Kabadayılar çoğunlukla eğitim görmemiş zanaatkârlardı ve genellikle topluluğun saygın üyeleriydi. Ulunay da kabadayıların erkekliğin sorumsuz ve lümpen tarzlarını sergileyen külhanbeylerle karıştırılmaktan gocunduklarını söylüyor” (aktaran Kandiyoti, Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar: Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler,1996). Deniz Kandiyoti’ye göre Osmanlı zadegânı tipi popüler karşılığını “kabadayı”da buldu. Arif külhanbey olarak nitelendirilmekten gocundu film boyunca. O avare olarak “yalnız kabadayı”lığını sürdürdü. Yeri yurdu olmadığı için yalnız kabadayı olarak yaşamını sürdürdü. Mahallesi ve koruyuculuğunu üstleneceği mahalle sakinleri yoktu yaşamında. Tekil öznedir o. Sahilde bulduğu üvey annesinden kaçan Fatoş’a (Filiz Akın) da evini ve aşını karşılıksız açar. Onun namusundan da sorumlu tutar kendisini. Fatoş onunla aynı evde kalmayı göze alma konusunda kararsız kaldığında Arif erkekliğini şöyle tanımlar: “Ben senin bildiğin erkeklerden değilim”. “Hem zadegân hem de kabadayı ve onların imledikleri erkeklikler, boğucu olduğu kadar güven verici, ceberut ama derinden alışılmış bir değerler düzeninin kefilleri ve koruyucularıydı” (Kandiyoti, 1996). Bu durumda Arif sorumsuz ve lümpen değildir, “lümpen”in köksüzlüğü de çağrıştırdığını düşünürsek Arif’in amcasının külhanbeyliği neden aşağıladığını da anlamış oluruz. O avarenin yalnız kabadayısıdır. Seyyar satıcı olarak açık alanlarda leke çıkarıcı sattığında, sattığı leke çıkarıcının “namus lekesi dışındaki tüm lekeleri çıkarttığını” söyler. Fatoş aslında kılık değiştirmiş bir roman yazarıdır ve daha sonra Gönlübol adlı romanında onu şöyle tanımlar: “Zengin bir fakirdir, halk çocuğu olmaktan başka hiçbir kaygısı yoktur, işlenmemiş emek verilmemiş bir şairdir ve bunun farkında değildir. Fatoş’u ilk gece gecekondusuna götürdü yatırdı: ‘buraya üvey anne de kötülük de giremez’ dedi. Eskiye bağlı şarklı bir tarafı da vardı Gönlübol’un”.

Avare asil olduğunda şarklı tarafıyla geleneksel değerleri korur. Modernizmin giyim ve yaşam tarzını benimsemiş olan amca öncelikli olarak paraya değer verir. Gönül Demez, evin resmi giyim ve tüketimin sergilendiği misafir odalarının dışındaki alanların samimi bir hayat tarzı sunduğunu söyler. Bu durum ev içi ilişkilerin bile hem modern hem de geleneksel değerleri bir arada yaşatmanın çelişkisini taşıdığının bir göstergesidir (Kabadayıdan Sanal Delikanlıya Değişen Erkek İmgesi, 2005). Avare “asil” bir aileden geldiğinde filmlerde bu çelişkiyi sergiler: Avare olarak teklifsiz bir hayat tarzını benimser. Modern yaşamın sunduğu tüm olanakları yadsır, çünkü sınır tanımaz, yeni ahlak anlayışını eleştirir, değerlerini benimsemez.[1] Fatoş ve arkadaşlarına “oynayın çaçanızı, çalın alafranganızı, biz de hicaza ah çekmekten başka ne var?” der.

Ama roman yazarıyla yaşadığı aşk onu amcasına yeniden yönlendirir, evlilik parasız olamaz. Modern yaşama kendi teklifsiz hayat tarzıyla dönmek zorunda kalır. Yeni yaşamda arkadaşları da onunla birlikte olacaktır. Böylece modernitenin zorladığı yaşama teklifsiz hayat tarzı avareyle birlikte sızar. Her şey eşitlenir, tüm zorluklara çare bulunmuş olur. Hicaz modern yaşamın içine girer. Avare karakterinin dönüşümü de bir kadınla gerçekleşir.

Konaklarda büyümüş, piyano çalan, hicaz makamında şarkılar söyleyen, yetim, yoksul ve seçkin gibi özellikleri olan Haşmet Bey, sigarasını tüttürür ve bize (izleyiciye) bakar Ah Güzel İstanbul (Atıf Yılmaz, 1966) filminin ilk karelerinde. Ailesinden kalan mirası tüketen Haşmet Bey, seyyar fotoğrafçılık yapmaktadır. Açıkçası başına buyrukluğu seçen, “iki üç kuruş için hürriyetini satmak istemeyen” Haşmet Bey için seyyar fotoğrafçı olmak pek çok şeyden bağımsızlaşmak demektir. Tüm avareler gibi Haşmet Bey de parasızdır ve “işsizdir”. Seyyar fotoğrafçılık bir işe sahip olma ile olmama arasında bir durumdur. Haşmet Bey dilediğinde fotoğraf çeker, her gün açması gereken bir dükkânı yoktur, içki parasını çıkarttığında deklanşöre basmayabilir. Böylece akış ve rastlantının yörüngesinde teklifsiz bir yaşam tarzını sürdürür. Açıkçası İstanbul’da gezinir. Ama nerede? Yalılarda büyümüş bir avare olarak Boğaz’da kuşkusuz. Dahası o Boğaz’la konuşur.

Boğaz’la konuşmak onun için çok doğal bir şeydir. Medeniyet Pansiyonu’na yapılan baskın sonrası bir gece gözetim altında kalan Ayşe’yi (Ayla Algan) alıp boğazın kenarına geldiklerinde yine Boğaz’la konuşma dürtüsü onu rahat bırakmaz, ama önemli bir işi (Ayşe) vardır, “Boğazın sırası değil şimdi” der ve vazgeçer. Emile Benveniste’e göre bir kişi kendisini konuşucu özne olarak (ben kişi adılı ile konumlandırdığında) sözcelem (enonciation) üretir ve bu üretimdeki beklentisi karşısındaki kişiyi etkilemektir. “Ben” diyerek kendisini özne olarak konumlandıran kişi karşısında bir başkasının olduğunu varsaydığından sözcelem iki yönlü bir davranış sürecidir ve özne karşısındakinden yanıt bekler. “Ben” dediğinde karşısındakine seslenmektedir ve sözü doğrudan yöneltmektedir. Konuşucu ile dinleyen arasında doğrudan ve canlı bir bağlantı vardır (Problems in General Linguistics, 1971).

Ayşe onun müptela olduğu gecekondulu kız. Oysa ona müptela olan varlıklı, eğitimli o kadar çok kadın var ki! Ama o tüm avareler gibi kadınlarla ilişkisini para üzerine kurmaz. Çünkü yaraları sarmak onun doğal görevidir. Artist olmak isteyen kızı korumak onun görevidir. Onu yalının yanındaki mahzunlar kulübesi olarak nitelendirdiği evine getirdiğinde görevini yapmanın mutluluğu içindedir. İlk gece piyanosunun başına geçer ve Dede Efendi’den hicaz bir şarkı söyler. Sadullah Efendi’den hicaz peşrevle devam eder.[2] Ayşe hiçbir şey anlamaz. Filmin sesçil evrenine Ayşe “ben bir küçük cezveyim” türküsüyle dâhil olur. Haşmet Bey bu türküyü ilk kez duymuştur, bu yüzden de piyanosuyla Ayşe’ye eşlik edemez. Kendini aynada seyretmeye bayılan ve güzelliğinin farkında olan Ayşe artık artist adayı değil, ses yıldızı adayıdır. Onun saflığı Haşmet’i etkiler. Haşmet “Sen tertemiz bir kızsın, artist olmaktan vazgeç. Artist olmak için kültür, disiplin lazım!” der. Böylece Ayşe’de eksik olanı vurgular, ama ona eksik olanı sunmak için bir girişimde bulunmaz.[3] Kendi üstün konumunu vurgulamaz, yalnızca Ayşe’yi mutlu etmek ve onunla mutlu olmak ister” (Seçil Büker, Ah Güzel İstanbul: İki İstanbul Hatırası, 2006).

Ayşe ses yıldızı olmak için evden ayrıldığında, Haşmet Bey arkadaşları ile kulübesinde içki içerken piyano çalmaz, “küçük cezve”sinin (Ayşe’nin) türküsünü söyler. Tam o sırada Ayşe çalıştığı pavyondan kaçar ve içeri dalar. Haşmet sevdiğini bağışlar ve evlenmeye karar verirler. Haşmet Bey’in dönüşümü Ayşe’yle mi başlayacaktır? Sigara ve içkiyi bırakan, eski dostlarından iş istemeye karar veren Haşmet Bey takım elbiseyi giyer, boyun bağını bağlar. Onu ve Ayşe’nin ona yardım edişini aynadan izleriz. Varaklı ayna ikinci bir çerçevedir izleyici için, “gerçek” aynadan yansır, bu giysiler ve giysilerin gereği olan yaşam tarzı Haşmet’in gerçeği değildir ama henüz kendisi bunun farkında değildir. Bu nedenle de Atıf Yılmaz onları film görüntüsünün çerçevesi içinde göstermez; onu ve hazırlıklarına yardım edenleri, uzamın aynaya yansıyan bölümünü varaklı aynanın çerçevesinden gösterir. Yönetmen haklı çıkar, Haşmet’in giriştiği yeni yaşam tarzı gerçekçi değildir, Haşmet’e göre değildir (Büker, 2006). Çünkü avare giysileri aracılığıyla saygıdeğer olmayı düşünmez. O meyhaneye ve avare arkadaşlarına geri döner.

Galatasaray Lisesi’nden arkadaşı da müzikte yenilik arayışları için ortağı ile aynı meyhaneye gelir. Haşmet Hıyar Şakir diye anılan arkadaşını gördüğü için önce çok da sevinmez, ama az sonra onun bir plak şirketi kurduğunu,[4]yerli müziği alaturkalıktan kurtarmak ve alafrangalaştırmak gibi bir amacı olduğunu öğrenir. Haşmet: “Halk beğenir mi?” diye sorar. Hıyar Şakir “Beğenmezse alıştırırız” der. Şirketinin ürettiği plaklardan birini çalar, meyhanedekiler bu yeni tattan hoşlanmazlar, ama Hıyar Şakir kaygılı değildir. O müzik endüstrisinin körüklediği müzik türüne halkın alışacağına inanır. Filmde müzik alanında gerçekleşenler yukarıdan dayatılan, yönlendirilen bir olgu olarak sunulur. Müzik endüstrisini yöneten Hıyar Şakir insanların seçme ve değerlendirme yeteneklerini yok sayar. Haşmet de Ayşe’ye “işi mişi boş ver, kolay zengin olmanın yolunu buldum” der. Böylece içkiye ve sigaraya döner ve yeni bir yaşam düşü ile çalışmaya başlar. Haşmet flâneur olabilecekken avare olmayı seçer. Flâneur olabilecek kadar bilgili olmasına karşın bilinçli olarak aşağı ve değersiz olanı seçer, bestelerinin sanatla bir ilgisi olmadığını o da bilir. Kanto formatı üzerine Ayşe için şarkılar yazar.

Ayşe gecekondu giysileri ile kulüplerde sahneye çıkar ve kanto formatı üzerine yazılan şarkısını okur. Ayşe yıldıza dönüşür ama yalnızdır, çünkü yaşamında artık Haşmet yoktur. Şöhretimsi olmak istemeyen Ayşe yeni besteler için Haşmet’e gider. Ama Haşmet’in yıldızlarla bir ilişkisi olamaz. Ayşe intihar eder ama ölmez. Hastaneye gelen Haşmet onu yalı yavrusuna götürmeye hazırdır. Ayşe “Ne yapacağız şimdi” diye sorar. Haşmet “Korkma, yaşıyoruz, iki kişiyiz ve birbirimizi seviyoruz” der. Gönlübol Arif, sevdiği kadının etkisiyle üst konumu seçer ve avareliği bırakır. Ama avarelerin asili Haşmet Bey için aynı durum söz konusu olmaz. Haşmet Bey teklifsiz yaşam tarzını bir başka deyişle avareliği artık bir kadınla birlikte sürdürecektir.

Devamı var! Gelecek hafta!

[1]Gönlübol roman yazarının köşküne gittiğinde, yazarın evinde konuklar vardır. Yazar ona satışlardan pay alacağını söylediğinde Gönlübol para davasına gelmediğini söyler. “Para neymiş anlat da bilelim” der. Konukları tanır, onların yolsuzluktan tutuklandıklarını söyler. Fatoş’a “sen bunların hikâyelerini yaz” der.

[2]Dede Efendi’den hicaz şarkı: “Olmuşum müptela, aşığım ben sana. İltifat et bana, gördüğümden bu yana olmuşum serseri”. Sadullah Efendi’den hicaz peşrev:” Ah nideyim sahnı çemen seyrini cananım yok, ah kurbanım olan yar”.

[3] Böylece film geleneksel pygmalion öykülerinden ayrılır.

[4] 1960-1962 yıllarına kadar Türkiye’de plak piyasası, yabancı kaynaklı dört büyük firmanın (Sahibinin Sesi, Odeon, Pathe, Columbia) elindedir ve 78’lik taş plaklar basılmaktadır. 1962 yılından itibaren 45’lik plak devri ve yerli plakçılık dönemi açılır (Meral Özbek, Orhan Gencebay Arabeski, 1991).